sg

Pazartesi, Kasım 28, 2005

[SevgiGrubu.Com] Modern Bilimde Kaybolan Hikmet

Modern Bilimde Kaybolan Hikmet
Nazif Baki AKAD
Merak hissiyle donatılan insanoğlu varlık ve hâdiseler hakkında, ‘ne, nasıl, niçin, kim, nerede, ne zaman’ gibi sorular sorar. Bu sorulara insanlar, ya vahyin, felsefenin ve bilimin rehberliği altında veya bunların çeşitli kombinasyonlarının sunduğu bilme tarzlarını kullanarak cevaplar vermektedir. İnsanın bilme yollarından biri olan modern bilim, varlık ve hâdiseleri belirli bir bakış açısı ve ön kabullerle tarif etme, açıklama ve anlamlandırma girişimidir. Endülüs İslâm, Mezopotamya, Mısır ve Eski Yunan medeniyetlerinin bıraktığı mirası iyi kullanan Batı dünyası, son üç asırdır bilimde muazzam bir başarı elde etmiştir. Modern Batı bilimi ve teknolojik ürünleri, günümüzde Batı kültürünün de küresel bir taşıyıcısı olmuştur. Hayata bakışının temeline ‘maddeci bilim’ anlayışını yerleştiren Batılı toplumlarda maddî başarıyla gelen refah, bir müddet sonra mânevî buhranlara yol açmıştır. Maddeci bilime dayalı dünya görüşünden beslenen bu büyük mânevî yara; ancak modern Batı biliminin metafizik temellerini ve yanlışlarını tespit edip, onu sağlam bir metafizikî blokaja oturtmakla kapanabilir.
Modern bilimin varlık ve hâdiseleri açıklama ve yorumlama tarzı, Eski Yunan düşünce mirasından beslenen dinsiz felsefeye dayalıdır. Her ne kadar objektif olduğu ifade edilse de, modern bilim, belli bazı felsefî kabullerle yapıldığından objektifliği mutlak değil, izâfîdir. Bilim, felsefe ve ilâhiyatın farklılığı, bilginin kaynaklarına, bilgiyi elde ediş tarzlarına ve bilgi parçalarını yapılandırma usûllerine dayalıdır.

Bilimde kullanılan ifade yapıları
Fen ve sosyal bilimler alanındaki ifadeler, gözleme dayalı tasvir cümleleri ile hâdiseleri açıklamaya yönelik izah teşebbüsleri ve hükümlerden meydana gelmiştir. Modern bilimin bilgi üretmeye yönelik tasvir cümlelerinde, kâinatın mevcut durumu olduğu gibi ifade edilmeye çalışılır. Bu tasvir cümleleri, ‘bilim’ dilinin temelini teşkil eder. Bilimin asıl fonksiyonlarından biri, kâinattaki varlık ve hâdiselere dâir bir açıklama getirmek olduğundan, tabiat bilimlerinde ‘nasıl ve niçin’ sorularına cevap arayan ‘açıklama’ statüsündeki ifadeler önemlidir. Olması gerekeni değil olanları anlamaya yönelik bu tasvir, kendi inanç ve kültür dünyamızda varlık ve hâdiselere isim mânâsıyla (mânâ-yı ismî) bakış olarak ifade edilir. Modern bilimin tasvir cümleleri, kendi içinde ‘teorik’ ve ‘doğrudan müşahede’ olmak üzere ikiye ayrılır. Doğrudan gözleme dayalı olanlar, kâinatta yapılan gözlemleri temsil eder. Teorik tasvir cümleleri, doğrudan gözleme dayalı verilerin yorumlanıp gözlemlenemeyen şeyler hakkında, gözlemlenebilir olanların işaretiyle tasarlanan modele ait kavramlarla varolanın tasvirini vermeye çalışır. Meselâ; ‘Ağrı Dağı'nın yüksekliği 5.000 metredir.’ ifadesi doğrudan gözleme dayalı bir tasvir iken, ‘DNA çift sarmal bir yapıdadır.’ cümlesi Watson ve Crick tarafından ilk kullanıldığı şekliyle teorik bir tasvir ifadesidir.
Nasıl ve niçin sorularına cevap veren açıklayıcı argümanların hangilerinin ‘bilimsel’ olduğu hususunda, iki farklı görüş vardır. Birincisi, modern bilimin açıklamalarının ‘niçin’ sorusuna da cevap verir bir yapıda olması gerektiğini savunur. Bir hâdiseye ilişkin ‘niçin’ sorusunu sorduğumuzda, bununla anlatılmak istenen şey ya ‘Bu hâdisenin varoluşundan itibaren yönelik olduğu gâye nedir?’ şeklindeki sorunun cevabı olan teleolojik açıklamadır veya ‘Bu hâdisenin ortaya çıkmasına yol açan ön şartlar nelerdir?’ sorusunun cevabı olan illiyete (sebep-netice münasebeti prensibi) dayalı açıklamadır. Birinci sorunun cevabı, gâyeye veya neticeye yönelik bir sebebi (teleolojik açıklama), ikinci sorunun cevabı da, onu üreten, meydana getiren sebebi (illiyete dayalı açıklama) ortaya koymayı esas alır. Teleolojik açıklamalar, biyolojik ve sosyal bilimlerde daha çok görülmektedir. Gözde kirpiklerin bulunuşunun hikmetinin, gözü toz vs. gibi maddelerden korumak maksadı nazara verilerek açıklanması, teleolojiktir. Temelleri dinsiz felsefeyle uyumlu ve oradan beslenen modern Batı bilimi, bu tür açıklamaları pek kabul etmek istemez. Görünüşteki müessir (etken) sebebi nazara veren açıklama modeli, cüzî bir vak'ayı meydana getiren müessir sebebi belirtme üzerine kuruludur. Modern bilim anlayışına göre, hâdiseler hakkındaki bir ifadenin ‘bilimsel’ olması, o ifadenin ancak sebep-netice (illiyet) münasebetini, tabiî ve görünen sebeplerle açıklayabilmesine bağlıdır.

İlliyet (nedensellik) problemi
19. yüzyılın son dönemlerinde, kâinatta vuku bulan her hâdise, diğer hâdiselerin mecburi neticesi olarak görüldüğünden, kâinat kendi içinde iradî hiçbir tesire yer vermeyecek şekilde, kendi kendine işleyen bir makine gibi algılanıyordu. Sebeplerin neticeleri mecburen doğurduğunu kabul eden illiyet anlayışı, katı bir determinizme yol açmıştı. Farklı felsefî ekollerce, farklı tarif edilen illiyet prensibine, herkesin kabul ettiği tek bir mânâ yüklemek zordur. Tecrübî (deneyci) gelenek, illiyeti, hâdiselerin istisnasız devamlı olarak birbirlerini takip etmesine dayalı ‘münasebet hâlinde olma’ olarak tarif ederken; rasyonalist gelenek bunu kabul etmenin yanında, iki hâdise arasında bir mecburiyet (zorunluluk) münasebetinin bulunmasını da şart koşar. Rasyonalistler, şimşek ve gök gürültüsünün devamlı olarak birbirini takip ettiğini ama bu iki hâdise arasında bir illiyet münasebetinin olmadığını kabul ederler. Şimşeğin ve gök gürültüsünün mecburi olarak meydana gelmesinin sebebi olarak, elektirik yüklerinin hareketlerini gösterirler. İki hâdise arasında sebep-netice münasebetinin bulunması, hâdiselerin akış zincirinde bir öncekinin bir sonrakini mecburi kılması şeklinde anlaşılmıştı.
‘A hâdisesi, B hâdisesinin sebebi ise, A her vuku bulduğunda B’nin de vuku bulması mecburi ve kesindir; çünkü B’yi üreten, var eden A’dır.’ şeklinde tarif edilen illiyet anlayışı, sürekli olarak ardı ardına gelen hâdiseleri açıklamaya yönelik, rasyonalist temelli bir girişimdir. Madem A hâdisesi B hâdisesinin müessir sebebidir, A hâdisesi her vuku bulduğunda, B hâdisesi de olacaktır. Buradan, A’yı her zaman B takip eder gibi bir genellemeye varılabilir. Belirli teori ve modellerden çıkartılan hipotezlerin yorumlanmasına dayalı yeni bilgi üretimi olan bilimde, her şeyi kuşatıcı genellemeler ve tabiat kanunları, illiyet prensibinden çıkarılır. Meselâ ısı görünüşte metallerdeki genleşmenin müessir sebebi ise, ‘Isıtılan metal her zaman genleşir.’ genellemesinin kabul edilmesi gerekir. Hâdiseler arasındaki illiyet münasebeti doğrudan gözlemlenemediğinde, bir hâdisenin müessir (etken) sebebini yine başka bir hâdise olarak göstermek sağlam temele dayanmaz. Hâdiselerin sürekli beraber bulunduğu ve gerçekleştiği gözlemlense bile, bu durum iki hâdise arasında bir illiyet münasebeti olduğunu göstermek için yeterli değildir. Bilim felsefesinde tümevarım problemi olarak isimlendirilen, ‘Bir eşya veya hâdiseye ait vasıfları, ne kadar fazla gözlemlersek gözlemleyelim, bu, gözlemlerimizin devamlı aynı kalacağını, hiçbir zaman değişmeyeceğini garanti etmez.’ hükmü ile mutlak determinizm anlayışı darbe almıştır. Meselâ devamlı gördüğümüz istisnasız yüz beyaz tavşandan sonra, mantıken hem ‘Bütün tavşanlar, kesin olarak beyazdır.’ hükmünü çıkaramayız, hem de bunun yüzde yüz doğru olduğuna inanmayız.
Bilimin önemli bir başka fonksiyonu, gelecekteki hâdiseleri modelleyerek tahmin yürütme ve tedbir alma olduğundan, bu fonksiyon ancak yine de bu tür genellemelerle mümkün hâle gelir. Belli bir hâdisenin gelecekte nasıl olacağı hakkında konuşabilmek için, her zaman geçerli kanunlara dayanma mecburiyeti vardır. Tabiat kanunları, varlığı meydana getiren hakiki sebep değil, yaratılıştaki düzenli tekrarların birer tasviri ve ünvanıdır. Bu kanunlar istisnasız bir yeknesaklık göstereceği gibi, ilâhî iradenin tecellisine göre ihtimaliyâta dayalı bir devamlılık da sergiler. Tamamıyla yeknesak veya istatistikî mâhiyetteki tabiat kanunlarıyla karşılaşmamız bu yüzdendir. Tasvirî kanunlar, devamlı aynı kalan münasebetleri tasvir edip, her şeyi kuşatıcı yapıda olabileceği gibi yukarıda belirtilen ihtimaliyâta dayalı yeknesaklığı da tasvir eden istatistikî özelliğe de sahip olabilir. Kütleler arası uzaklıkla çekim arasındaki münasebeti tasvir eden Newton’un genel kütle çekim kanunu, tasviri kanunlara bir örnektir. Bu kanun, iki kütle arasındaki çekim kuvvetinin, kütleler arasındaki mesafenin karesiyle ters orantılı olarak arttığını ifade eder. Ancak çekime sebep olan şey hakkında, maddî plânda bir cevap getirebilirken, bunun gâyesi ve nihaî sebebi hakkında tatmin edici bir yorum getirmez. Bediüzzaman’ın tâbiriyle ‘Din ve diyanetten beslenen felsefe’ye göre ise Allah, iradesiyle bazı hâdiseleri başka diğer bazı hâdiselerle birbirine bağlar ve onları devamlı birlikte yaratır. Böylelikle ‘Adetullah’ tabir edilen, Allah'ın hep aynı âdette, aynı tarzda yaratmasına ünvan olan tabiat kanunları ortaya çıkar.
Tasvirî kanunlarda tarif edilen değişkenler arasındaki münasebetler, sınırlı gözlemlere dayanır. Dolayısıyla bu münasebetlerin her şeyi kuşatıcılığı, her zaman için tasvir edilememektedir. Tasvire dayanan tabiat kanunlarının nasıl ve neyin üzerine temellendirileceği hususu belirsizdir. Kanunlarda böyle bir kuşatıcılığı ve yeknesaklığı kabul etme, ister istemez tümevarım yaklaşımının zafiyetlerini göz ardı etmeyi veya kabullenmeyi gerektirir.
20. yüzyılda, atom ve kuantum fiziğindeki ilerlemeler, mutlak determinizmi netice veren bu illiyet anlayışından, istatistikî determinizme götüren ‘istatistikî illiyet’ prensibine geçişi mecburi kıldı. Meselâ 100 gramlık bir kütleye sahip radyum içindeki trilyonlarca atomdan herhangi birinin 1620 yıl içinde bozunması veya bozunmaması ihtimali aynıdır. Halbuki o radyum kütlesindeki bütün atomlar aynı şartlara tabidir. Dolayısıyla belli bir miktar radyum atomunun bazıları 1620 yıl içinde bozunmakta bazıları ise aynen kalmaktadır. Ama sonunda toplam radyum miktarının ekseriyetle yarılandığı ve yarılanmaya yol açan sebebin, (½) ihtimalle bu neticeyi doğurmakta olduğu tespit edildi. Görüldüğü gibi, ‘istatistikî determinizme yol açan sebep’ o neticeyi her zaman doğuramamaktadır.

‘Niçin’ sorusunun cevaplarında bilim neden yetersizdir?
Bilimsel açıklamalarda kullanılabilecek diğer bakış açısı ise ‘niçin’ sorusuna dayanır. Ancak bu soruya verilecek cevap, metafizik alana ait düşünceleri çağrıştırdığı için, modern bilim dünyasında pek kabul görmemektedir. Modern bilim, kâinattaki hâdiselerin açıklamasını, dayandığı ön kabuller çerçevesinde yaparken, mantıkî zorluklarla karşılaşsa da, kâinat içinde kalarak açıklamada ısrarcı ve kararlı davranmaktadır. Kâinatı açıklamak için kâinatın dışına çıkma, ve tabiat üstü metafizikî açıklamaları hiç denememiştir. Modern Batı bilimi, ‘nasıl veya ne/ne’den’ sorularına güçlü ve tutarlı cevaplar verebilirken, ‘niçin’ sorusuna cevap vermez; verse de bu cevap güçlü, tutarlı, mâkul ve tatmin edici değildir.
Bilim alanı içinde ‘ne’ ‘nasıl’ sorularına dayalı açıklama tarzları, insanın anlam arayışına pek fazla bir katkıda bulunmamaktadır. İnsan kendisi dahil, varlığın kaynağı hakkında bilgi sahibi olmak istediği için ‘Bütün bu varlık niçin var ve nereden geldi?’ sorusunu hiç düşündürtmeyen modern Batı biliminin yaklaşımından tatmin olmamaktadır. Bu sorulara tatmin edici cevap bulmak, insanı anlamsızlıktan doğan kaosa ve belirsizliğe düşmekten kurtarır. En başta ölüm olmak üzere doğuşların ve değişmelerin niçin olduğu, akıl, kalb ve vicdanı tatmin edecek seviyede açıklanmadığı takdirde, düşünen insan, korkuyla karışık bir gariplikten (kaostan) ve endişeden kurtulamayacaktır. Sadece ‘nasıl’ sorusuna cevap arayan bilimsel açıklama tarzı gerekli ama eksiktir. Kâinatın dışına çıkarak ‘niçin’ sorusuna tatmin edici cevapları, semâvî dinler, peygamberler ve bilhassa Kur’an-ı Kerim vermiştir.
Kur'ân'ın günümüz anlayışına hitap eden tefsirlerinden Risâle-i Nurlarda, modern bilimin dinsiz felsefeden beslenen mânâdan yoksun kâinat tasvirlerindeki eksikliği şöyle dile getirilir:
“Şimdi bak şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak diyor ki: ‘Güneş bir kütle-i azîme-i mâyia-i nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyârâtı etrafında döndürüp, cesâmeti bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir...’ Müthiş bir dehşetten müthiş bir hayretten başka ruha bir kemâl-i ilmî vermiyor.”
Bediüzzaman, din ve diyanetten kopuk ehl-i hikmetin, mevcudata mevcudat için (mânâ-yı ismî perspektifi) bakan ve varlıkların kendilerinden başka bir şeye yönelmeyen bu bakış açısını tenkit eder. Buradan mevcudatın veya mevcudat arasındaki münasebetlerin ‘nasıl’ olduğunun önemsenmediği gibi bir netice çıkarılmamalıdır. Tam tersine, bu gerekli ama kâfi değildir. Mevcudatın nasıl olduğu hakkındaki bilgi, Yaratıcı'nın güzel isimlerinin tecellilerini açıkladığından, isimlerin kaynağına ulaşmak için de bir basamak vazifesi görür. Bediüzzaman’ın (ra) eserlerinde mevcudata isim mânâsı vererek (mânâ-yı ismîyle) veya, harfin mânâsını vererek bakmak (mânâ-yı harfî) şeklinde ayırt edilen iki tarz bakış, dinsiz felsefeden beslenen modern bilim anlayışı ile dinden beslenen hikmete dayalı ilim anlayışı arasındaki farkı çok iyi özetler. İsim bir şeyi tarif ettiğinden, doğrudan o şeyin kendisine işaret eder, kendisinden başka bir şeye kapı açmaz. Eğer bir şeye isim mânâsıyla bakıyorsak, o şeyin sadece kendisi hakkında konuşuruz. Varlık ve hâdiselere, harfin mânâsıyla bakmak, kendinden başka şeyleri tarif edip göstermek ve varoluşun hakiki kaynağına yönelmek demektir. Bediüzzaman Hazretleri'ne göre, harfî mânâsını göz ardı edip, mevcudata sadece isim mânâsı vererek bakmak hatadır.

İlliyet mi iktiran mı?
İmam Gazali ve Bediüzzaman Hazretleri gibi İslâm mütefekkirleri, varlık ve hâdiseler arasındaki münasebeti, illiyetten ziyâde, iktiran kavramıyla açıklamışlardır. Arasında illiyet münasebeti olmayan iki şeyin veya hâdisenin belli bir yeknesaklıkla, birlikte eş zamanlı meydana gelmesine iktiran denir. Meselâ, yemeğin pişmesi, ateşi devamlı yakmakla mümkündür. Görünüşte yemek, ateşle açığa çıkan ısıyla pişer. Ateş pişirmez. Hakikatte ateşin yanmasını ve yemeğin pişmesini sağlayan Allah'ın kudretidir. Ateş ve ısı bu kudrete perde kılınmıştır. Buradaki ince nokta, Allah’ın yemeğin pişmesi için kudretini tecelli ettireceği vakit ile, ateşin yakılması zamanının birlikte oluşunun illiyet olarak tarif edilmesidir. Ayrıca yemeğin pişmesi için belli bazı süreçlerin takip edilmesi gereklidir. Bu beraberliğin sağlanması, (iktiran) sebeplere riayet etmekle gerçekleşir. Bediüzzaman Hazretleri, insanın Allah'tan bir şey istemesi hâlinde o şeyin insana verilmesinin şartlarından birinin, o şeyle bağlantılı sebeplere uygun hareket etmek olduğunu belirtir. Yemeğin pişmesini isteyen, ateşi yakmaya teşebbüs edecektir ki, bu da o netice için yapılan fiili duadır. Duayı geniş bir çerçeveye oturtan bu yaklaşım, kâinatın önemsenmemesini değil, tam tersine Yaratıcı'sının emir ve istekleri doğrultusunda kullanılmasını netice verir. O hâlde ateşin yakılması, yemeğin pişmesinin bizâtihî hakiki sebebi değildir. İnsan bir fiili dua olarak bu sebeplere müracaat etmekle mükelleftir. Bu noktada hakiki tesiri sebeplere vermek, farkında olunsun veya olunmasın şirktir. Sebepleri vesile olarak görüp, hakiki tesirin Müsebbibü’l-Esbâb’a verilmesi ise kâmil îmânın şartıdır.

İnsanın hikmet arayışı ve imanın gücü
Modern bilimin ‘nasıl’ ve ‘niçin’ sorularına dayalı açıklamalarının bir kısmı, hâdiselerin kaynağının ne olduğuna veya niçin meydana geldiklerine yönelik bir iddia taşıdığından, görünüşte insanın mânâ arayışına su serper ve insanı anlamsızlıktan beslenen hayatın kaosundan ve belirsizliğinden bir parça kurtarır. Modern bilime göre, kâinatta olduğu iddia edilen illiyet ve belirli bir gâyeye mâtuf gelişme seyri, tamamen bir vehim ve zandan ibarettir. ‘Niçin’ sorusunun cevabı, modern bilimde maddî bir sebep belirtme üzerine kurgulanıp bununla sınırlandırılmıştır. İnsan, yapısı gereği ancak sınırsız ve mutlak bir yaratıcı gücü kabul etmekle tam tatmin olabildiğinden, varlık ve hâdiseleri, sınırlı ve geçici sebeplere bağlama fikri insanı tatmin edemez. İnsanın en büyük arzusu, mükemmellik içinde bir ölümsüzlük, sayılamayacak kadar çok olan ihtiyaçlarını tam ve eksiksiz karşılamak, sınırsız sayıdaki düşmanından korunmaktır. İnsanın bu arzusunu ancak mutlak kudret sahibi, her şeye gücü yeten ve her şeye sözü geçen bir Zât verebilir. Bu varlık, mutlak ve sonsuz sıfat ve isimleri olan tek bir Zât mıdır, yoksa mevcudatın kendisi midir? Bediüzzaman Hazretleri eserlerinde, böyle bir yaratıcı kudretin ve Zât’ın var olduğunu ve kâinat içindeki her bir mevcudun da O'nu gösterdiğini ifade eder. Her bir varlık ve hâdisenin icadının zâhirî sebeplere verilemeyeceğini, her şeyin Allah'ı isimleriyle ilân ettiğini şu ifadeleriyle açıklar:
“Sebepten müsebbebin icadına kadar, o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en edna bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte, sebep ve müsebbeb arasındaki uzun mesafede Esmâ-i İlâhîye birer yıldız gibi tulû eder.”
Kâinat içindeki her bir varlık, bir tesire mâruz kalmakta, mümkün varlık formlarından birine girmektedir. Ayrıca varlıklar her hareketinde, bütün bir kâinatla düzeni bozmayacak şekilde bir münasebet kurmaktadır. O varlığa tesir eden Mutlak Kudret Sahibi'nin, bütün kâinatla münasebete geçme şuurundan mahrum bir şey olması muhaldir. Meselâ, elmanın meydana gelmesi için su ve topraktaki minerallerden, ağaçtaki her bir yapıya, oradan bütün bir bahara, oradan Güneş Sistemi’ne, Güneş Sistemi'nden bütün gök cisimlerine kadar her bir şey, hassas ölçüler içinde o elmanın olması için sanki el ele vermiş gibi çalışmaktadır. Sayısız mümkün hâllerden ancak birinde tam kıvamını, tadını, besin değerini, kokusunu şeklini vs. özelliklerini kazanan bir elmayı şuursuz, birbirinden habersiz sebeplerin yapması akıldan çok uzaktır. Bu durumda yapılabilecek mâkul yorum, bu elmayı bütün kâinata sözü geçen mutlak bir Yaratıcı'nın yaratmış olduğudur. Bir kudret mu'cizesi olan elma, sözü bütün kâinata geçen bir mutlak varlığa işaret etmektedir. İnsana rızık olması cihetiyle Rezzâk, Rahman; tadı ve kokusundaki güzellik ve letafetiyle Cemil, Lâtîf; varoluşundaki sayısız menfaat ve hikmetle Hakîm ve diğer özellikleriyle Cenâb-ı Hakk’ın sâir isimlerine işaret etmektedir. Evet, varlığın var oluşunu mümkün kılan Mutlak Kudret, kâinatın içinden bir sebep değil, kâinatın dışından, ‘Esmâü’l-Hüsnâ’ şeklinde isimlendirilen özellikleriyle muttasıf mutlak bir Yaratıcı'dır. Dolayısıyla kâinat içindeki bir şey, kâinat içindeki başka bir şeyin gerek müessir gerekse gâyeye yönelik sebebi olamaz. Kâinat içindeki varlıkların Yaratıcısı, kâinattakilerin cinsinden olamaz.

Kâinatın ve vahyin bilgisi karşısında insanın iki yönlü konumu
Asıl derdi, sonsuzluk olan insan, zaman zaman Yaratıcı, hayat ve kâinatla kurduğu münasebetlerde, kendini bir ikilemde hissedebilmektedir. İnsan kâinatla meşgul olsa, onun bilgisini elde etmeye çalışsa, bir müddet sonra, değişik nispetlerde Allah'tan uzaklaşmaya başladığını hisseder. Çünkü insan bir şeye el atıp onunla aşırı meşgul olur ve onda fâni olursa, başka şeylere çok az vakit ve enerji ayırmaya başlar. İnsanın bu ikilemi, ertesi gün iki imtihanı olan, fakat sadece birine çalışabilecek vakti olan çocuğun, bir derse çalışıp ondan geçmesi ve ihmal ettiği diğer dersten kalması gibi bir durumla karşılaşmasına benzetilebilir. Diğer yandan Allah ile olan dâimi irtibat ve huzurunu kazanmak ve korumak maksadıyla insan sadece Allah’a yönelse ve dış âlemle irtibatını kesse, bu sefer de kâinattan, Allah’ın dışındaki her şeyden kendini tecrit etmesi gerekiyormuş gibi his ve düşüncelere kapılır. Dine yoğunlaştıkça, bilimden; bilime ağırlık verdikçe de Allah’tan uzaklaşma gibi bir his ve düşünceye dayalı bu ikilem, birçok insanın din ve bilimi birbiriyle savaşan veya bir arada götürülemeyen iki zıt kutup gibi algılamasına yol açmıştır. Bu varsayımın, doğru ayarlanmamış niyet ve bakış açısından kaynaklandığını ve hatalı olduğunu bugün birçok mütefekkir bilim insanı dile getirmektedir.
Niyet ve bakış açısı doğru ayarlandığında, kâinata el atıp onun sırlarını deşifre etme, Allah ile irtibatı zayıflatmaz, aksine güçlendirir. Çünkü kâinattaki her bir şey, Allah’a isimleriyle beraber işaret eden birer harftir. Kanunlar ise Allah’ın yaratma tarzı olan Adetullah’a birer ad ve ünvandır. Varlığa bu şekilde bakan bir kimse, varlık ve hâdiselerin herhangi bir yönüyle herhangi bir zamanda irtibata geçebildiği gibi, onların işaret ettiği mutlak hakikat olan Allah’a da yakınlaşabilir. Böyle bir niyet ve bakışla şekillenen kâinat tasavvurunda, insanın ilimle ilgilenmesi; Allah’ın huzurunda tefekkür ve tezekkürde bulunması mânâsına gelmektedir. Yalnızken, kalbiyle ve lisanıyla zikrettiği, hatırladığı, andığı Allah’ı, bu sefer karşısındaki varlık veya hâdiseyi araştırırken onların hâlleriyle işaret ettiği mânâlar üzerinden zikredecek, anacaktır. Dolayısıyla kâinatın bilgisini elde etme gayretinde olan bir insanın Allah ile irtibatı sürekli olacağından bir ikilem de yaşamayacaktır. Kâinatı O’nun adına, O’nun için araştıracaktır. Bediüzzaman Hazretleri eserlerinde, insanın yaratılış gâyesinin kendi istidatları ölçüsünde Allah ile münasebet kurmak, kendisine verilen her türlü potansiyelle O’na yönelme olduğunu ifade eder; insana kâinatı araştırırken bile, O’na yönelebilmesinin mümkün olduğunu ikna edici delillerle anlatır. Bilhassa Asâ-yı Musâ ve Ayetü’l-Kübrâ isimli eserlerinde ilimden mârifete geçmenin gerekliliğini anlatan Bediüzzaman bütün bunların, kâinat içinde kalarak, kâinatı harfî mânâsı hesabına okuyarak yapılabileceğini belirtir.
Yukarıdaki ikilemi son semâvî kitap olan Kur’ân-ı Kerîm ışığında çözüme kavuşturan bir insan, diğer bilim adamlarının gözlemlediği şeyleri aynen gözlemleyecek; herkes için geçerli olan tabiat kanunlarını keşfedecek; ama bunlarla yetinmeyip, onları gerçek mânâsıyla yorumlayacak, işaret ettikleri hususları anlayabilecek ve ilân ettikleri yüce hakikati Allah’ın izniyle fark edip mârifetullaha yelken açacaktır.

--

_______________________________________________
Get your free email from http://mymail.xposta.com

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home


Komik Videolar   islam  şarkı sözleri  yemek tarifleri  gelibolu  huzur   sağlık