sg

Pazartesi, Kasım 27, 2006

[Kayzer.Net] İnsanın, şehrin ve günün hikayesi



İnsanın, şehrin ve günün hikayesi

Dünya yaratıldıktan sonra, şeytanın yalanlarına kanarak
kuralları çiğneyen Adem Baba, yer yüzüne gönderilmişti. Artık
yaşamını sürdürebilmesi için çalışması, zorlukların
üstesinden gelebilmesi için de gücünü ve aklını en iyi şekilde
kullanması gerekiyordu. Çünkü varlıkların en üstünü
sıfatıyla yaratılmıştı. İnsandı... Bütün kainatın tek
halifesiydi. Canlılara, diğer varlıklara sözünü geçirebilecek
güçteydi ve en yüksek mertebeleri kazanacak kabiliyette
yaratılmıştı. Fakat tüm bunları başarması için bir şey
gerekiyordu. Bu önemli şey daha doğduğunda bahşedilmişti Ona ve
tüm insanlara: Hayat...

Hayatın önemli bir manası vardı. Ve bu mana her insan için farklı
bir tanımdaydı.Yani kişi sayısı kadar tanım vardı ortada.
Milyonlarca, belki milyarlarca... Gerçek nedir sorusunun cevabı
aranıyordu hızla. Bunun yanında herkes kendi tanımının
gerçekliğini savunuyordu. Bir karmaşa vardı ortada. Fakat tüm bu
tanım karmaşası ve çokluğu içinde bir gerçek hepsinin üstüne
çıkmayı başarıyordu. Bu tek gerçek, en çok benimseniyordu: Hayat
var olmak demekti...

Var idi insanlar. Somutlanmışlardı. Elle tutulup, gözle görülecek
duruma getirilmişlerdi. Bir zamanlar hiç yok iken, birden varlığa,
ete, kemiğe bürünmüşlerdi. Sonra da öğrenmeye başlamışlardı
her şeyi. Koşmayı, konuşmayı, yürümeyi, düşünmeyi...Ve daha
neleri neleri...

Biraz sonra et ve kemik görüntüsünün ardına, duyular ve duygular
yerleştirilmişti. Kalın kemiklerin ardına bu duygu ve duyuları
yöneten, yumuşacık bir kalp konulmuştu. En önemlisi de onu diğer
varlıklardan üstün kılacak bir akıl yerleştirilmişti, vücudunun
en değerli yerine. İnsan akıllı bir varlıktı o andan sonra. Her
şeye yetişecek, her şeyi kavrayabilecekti, ama öğrenmesi gereken
öyle çok şey vardı ki...Dünyayı, hayatı ve en önemlisi
kendisini... Her bir şeyi anlaması sonra da anlatması gerekiyordu.

O anın ardından bazı büyük, bazı küçük görevler yüklenmişti
omuzlarına. Birçok tane...

Çünkü  bir mesleği vardı, bir işçiydi insan. Ve madem ki, yeri
dünya fabrikasıydı, o zaman görevleri de bir çok tane olacaktı
mecburen.

Artık bu birçok tane olan görevlerin, zamanın yoldaşlığında
yapılması istenmişti insandan. Bunun içinde ona en değerli sermaye
olan, ömür verilmişti. Artık bir de ömürlüydü insan. "Bak"
denilmişti ona: "Bu sermaye bir gün bitecek. Çünkü kesenden
yiyorsun. Tek tek yuvarlıyorsun uçurumlardan aşağı her gününü.
Hızla tükeniyor ömrün. Dikkat et!" Bu da gösteriyordu ki ölüm
de vardı şu dünyada. İnsan her şeyin yanında, artık bir de
ölümlüydü...
 
Bir fani olduğunu öğrenen insan, her şeyi anlayıp, dinledikten
sonra dersini almış bir öğrenci tavrıyla itaat sözü verdi
Sahibine ve her yükü kolayca kaldırabileceğini düşündü. Ama
işte bunda çok yanılmıştı. Çünkü "şüphesiz ki insan çok
zalim ve çok cahil olduğunu"*  o arada unutuvermişti.

Zalimlik ve cahillik özünde vardı insanın. Diğer duyguları gibi
bu da yaratılırken verilmişti ona. Ama güzele talip olmalıydı
insan. Her şeye güzel bakmalı, her şeyi güzel eylemeli ve her
şeyden güzel sonuçlar elde etmeliydi. Çünkü cahilliğini ve
zalimliğini ancak bu şekilde örtebilirdi hayat meydanında...

Ve bir gün, tüm bu maceraların ve keşiflerin ardından şehirler
inşa etmeye başladı insan. Şehre yerleşti. Şehir hayat buldu.
Şehir ayaklandı. Şehir güldü. Şehir ağladı. Gün geceye, gece
de güne kavuşmak için can atıyordu. Kâinat işliyordu.
Gürültüler yayılıyordu etrafa. İnsanlar büyüyordu.Ve
zamanların,hayatların hızla akıp gitmesi acıtıyordu canını
ademoğlunun...

Hayat akıyorken, zaman da geçiyorken, bir güne daha uyandı tüm
şehir. Birer birer sokaklara yayıldı insanlar. Devlet daireleri
hareketlendi. Dükkanlar açıldı. Okulların zilleri çaldı.
Şehirde aylak aylak gezenler de vardı. Önemli bir yere yetişmeye
çalışan insanlarda.

Her yer gibiydi burası da. Burada da güneş doğuyor, bahar geliyor,
bahar ölüyor, yazlar geçiyor, kışlar hüküm sürüyordu. Burada
da insanlar yaşıyordu. Sadece yaşlılar değil, gençler de,
çocuklar da ölüyordu. Burada da düğünler oluyordu, taa uzaklardan
davul sesleri duyuluyordu. Ve burada da ezanlar okunuyordu
minarelerden. Biraz uzaktan, biraz yakından gelen ezan sesini, burada
da korna sesleri bölüyordu çoğu kez. Ve hayat burada da aynı
şekilde yaşanıyordu, tüm kâinatla birlikte...

Çaycılar geziniyordu dükkanların önünde, ara sıra havada
döndürdükleri çay tepsileriyle birlikte, gidip geliyorlardı
durmadan. Bir çay bardağının ardından bakıyorlardı hayata. Hayat
bazen tavşan kanı, bazen tatsız, bazen çok şekerli, bazen de
limoniydi onlar için.

Sonra bir taksi şoförü duruyordu ilerde. Müşteri arayan, etrafı
gözleyen... Bir taksimetrenin ardından bakıyordu hayata. Sürekli
değişen sayıların karmaşasında kalıyordu daima. Yollar
yaşıyordu her gün. İnsanlar tanıyordu, farklı hikayeler
gözlemliyordu birkaç an için.Ve direksiyon çemberiyle hayata
bağlanıyordu, bir zincirin halkası gibi...

Öte yandan sokaklarda satıcılar dolaşıyordu.
"Hurdacıııııııı"lar, "simitçiiiiiiii"ler başları
havada, gözleri pencerelerde, adım adım ölçüyorlardı sokakları.
Şüphesiz, onlarında bir bakış açısı vardı hayata. Mutlu yada
mutsuz... Ya bir simit yuvarlağından bakıyorlardı âleme ya da bir
demir parçasının soğukluğunda, yine de ısıtmaya
çalışıyorlardı iklimi.

Öğrenciler defterin, kalemin ve silginin yüküyle yaşıyorlardı.
Bir yazıp, bir siliyorlardı hayatı. Öğretmenler sınıf
tahtasını bir tebeşir beyazlığına boyayarak, aydınlatmaya
çalışıyorlardı hayatı. Ahçılar tencerenin dibine dalarak,
hayatın bazı yanlarını keşfetmeye çalışıyorlardı.

Bir ara asfalt sokaklardan birinde bir anne pembe elbiseli küçük
kızının elinden tutmuş yürüyordu aceleyle. Çocuk annesine
yetişmeye çalışırken yalpalıyor, kendini çekiştirip duran kola
sıkı sıkıya yapışarak vücudunu dengelemeye çalışıyordu.
Sanki annesinin elini bıraksa, hayattan kopacakmış gibi korku
yaşatıyordu kendine. Ve ürkek gözlerle izliyordu etrafı. Hayatla
yeni tanışmıştı. Ama henüz anlayamamıştı ne olduğunu...

Sonra şehrin en işlek caddelerinden birinde epey eskimiş bir
binanın 2.katından bir pencere açılıyordu hızla. Ve asık yüzlü
genç bir kız sarkıyordu camdan aşağıya. İki kolunu karnı
üstünde bağlamış, sağa sola bakınıyordu.Yüzündeki ifade
değişmezken, koca bir "of" çekiyordu. Ardından sinirle
doğruluyor, aynı hızla camı kapatıyor, hırsını ondan
alırcasına perdeyi sürüklüyordu hırçın bir edayla. O genç
kızın da hayata bir bakış açısı vardı mutlaka. Ama büyük bir
ihtimalle o an için hayat pek de sevimli görünmüyordu gözüne.

Hayattı bu... Herkese bir şeyler fısıldıyor, her insanın bakış
açısında şekilleniyordu. Ve her insan bir şeyler anlıyordu
hayattan.


Birileri para harcıyor, birileri parayı kazanıyordu.

Birileri dileniyor, birileri parayla oynuyordu.

Birileri okuyor, birileri yazıyordu.

Birileri yapıyor, birileri bozuyordu.

Birileri ağlıyor, birileri gülüyordu

Birileri yeraltında kürek sallıyor, birileri uçuyordu.

Birileri affediyor, birileri öldürüyordu.

Birileri aç iken, birileri doyuyordu.

Birileri hasretteyken, birileri kavuşuyordu.

Birileri seviyor, birileri nefret kusuyordu.

Birileri mutlu, birileri mutsuz...

Yaşamsa her şeye rağmen devam ediyordu.

Ve birileri doğarken, birileri ölüyordu...

Bir günün tüm ayrıntılarını yaşarken şehir, yorgunluklarda
birikmeye başlamıştı omuzlarda. Stresten ya da sevinçten
ötürü... Öğle paydosunun ardından tekrar çalışmaya başlayan
insanlar, aslında sadece günün değil, belki günlerin, ayların ya
da yılların yorgunluğunu yaşıyorlardı bilmeden....

Bu arada dağların tepeleri kızıla boyanmış, sıkıca kenetlenmiş
bulutları süpüren rüzgar, onları birbirinden ayırarak etrafa
dağıtmıştı. Öğlenin kavurucu yaz sıcağında hararetle parlayan
güneşin önüne bir perde çekilmiş, etrafa yayılan ışıkları
tek tek sönmüş, ardından bir portakal şekline bürünmüştü.
Zaman güneşe yoldaştı. Güneş ufuktaydı. Gök mavisi
kızıllıkla çizgilenmişti. Artık uzun bir yaz gününün ikindi
vaktini yaşamaya başlamıştı şehir ve gün...

Bu hoş tablonun içine bir de deniz mavisi eklenmişti o an. Açık,
tatlı bir mavi... Göğün hafif kızıl çizgili maviliğinin
altında güzel durmuştu bu nesne. Her şey birbirine çok
yakışmıştı.

Bu güzel tabloyu izlemek için en uygun yer deniz kenarıydı tabiiki.
Bu sebeple ikindi vaktinin, öğleye nazaran gölgelenmiş havasında
birer birer deniz kenarına inmeye başlamıştı insanlar. Bazıları
yürüyüş yapmayı seçerken, bazıları da banklara kurulmayı
tercih etmişlerdi.

Gün her anıyla yaşanıyordu. Bitkiler yaşıyordu. Hayvanlar
yaşıyordu. İnsanlar yaşıyordu. İnsanlar yaşarken, bir kısmı
doğuyor, bir kısmı ölüyordu. İnsanlar gençleşiyor, insanlar
yaşlanıyordu. İnsanlarla birlikte, güneşte, dünyada, kâinatta,
herşey de bir gün daha yaşlanıyordu. Herşey varması gereken en
uç noktaya doğru büyük bir hevesle yol alıyordu. Çekirdek meyveye
ulaşırken, küçücük bebekler, elleri buruşana dek yaşlanıyordu.


Sonra güneş kayboluyordu ortadan. Özünü görünmezliğe vuruyordu.
Her yere karanlık çöküyor, gökte yıldızlar çıkıyordu.
Ardından hemen ay görünüyordu az evvel güneşin durduğu yerde. Ya
da biraz sağ tarafında ya da biraz sol tarafında ya da biraz daha
aşağısında. Tam kestirmek mümkün olmuyordu. Tam bir dolunay
olmuştu ay. Beyaz ışıklarıyla aydınlatıyordu ertrafı. Mehtaba
ermişti denizin üstündeki gökyüzü. Denizin maviliğinden eser
kalmamış, kararmış, durgunlaşmıştı.

Tüm ışıkları çekilmişti günün. Banklar kararmış. Şehir
evine kapanmıştı. Ve evlerin  ışıkları yanmıştı bir bir. Gün
batmıştı... Bir günün karmaşası sona ermişti yine. Artık gece
vardı şehrin üstünde. Bir gün daha doğmuştu şehrin üstüne,
bir gün daha batmıştı. Tarih bir gün daha değişmiş, takvim bir
sayfasını daha yitirmişti. İnsanoğlu keseden yemişti bir günü
daha. Yarın yeni bir gün olacaktı. Yine aynı şeyler
tekrarlanacaktı. Yarın,yaşanacak insan hikayeleri aynı
olmayacaktı. Acılar, sevinçler aynı olmayacaktı. Kavgalar,
barışlar aynı olmayacaktı. Herşey aynıymış gibi gelse de
hiçbir şey aynı olmayacak, hiçbir şey kararında kalmayacaktı. Ve
yeryüzüne bu günün aynısı bir daha asla doğmayacaktı. Öyle ya
her gün ayrıyeten yaratılırdı. Yeniden yaratılırdı.


Bütün bu hareketliliğin ardından yorulmuştu, yorgundu şehir.
Dinlenmesi gerekiyordu. Zaten birazdan da gözlerini kapatıp, her
yanın karanlığında uykuya dalıyordu şehir, gün, insan ve
deniz...



Nurdan HUYUT


 

--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
  Bu mesajı şu gruba üye olduğunuz için aldınız: Google Grupları "Kayzer.Net Aşk Sevgi Mizah Eğlence Grupları..." grubu.
 Bu gruba posta göndermek için , mail atın : KayzerNet@googlegroups.com
 Bu gruba üyeliğinizi sonlandırmak için şu adrese e-posta gönderin: KayzerNet-unsubscribe@googlegroups.com
 Daha fazla seçenek için, http://groups-beta.google.com/group/KayzerNet?hl=tr
adresinde bu grubu ziyaret edin
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home


Komik Videolar   islam  şarkı sözleri  yemek tarifleri  gelibolu  huzur   sağlık