[Beyzade1891] Sabır ( Sabırla okuyunuz.. )
Büyük düşman Nemrut, Hz. İbrahim Aleyhisselama:
"Ey genç! Gel dininden dön ve bana tap ki, bu felaketten kurtulasın" dedi. İbrahim Aleyhisselam Nemrut'un bu seslenişini duymadı bile. Ateş hazırdı, alevler korkunç, kıvılcımlar yükseltiyor, insanlar yavaş yavaş ateş yerinden uzaklaşıyorlardı. İbrahim Aleyhisselam bu şartlarda ateşe atılamazdı, çünkü ateşe yaklaşmanın mümkünü yoktu. Bununda çaresi bulundu; yüksekçe bir yere mancınık kuruldu. Mancınık ustalarına iyice talimat verildi. İbrahim Aleyhisselam ateşin tam orta yerine atılacaktı. İbrahim Aleyhisselam mancınığa yerleştirildi ve sıkıca da bağlandı. Her şey hazırdı mancınık ustası Nemrut'tan emir bekliyordu. Bu arada melekler Cenab-ı Mevla'ya niyaz ediyorlardı.
"Allah'ımız, senin adını yer yüzünde yükseltmek isteyen bu kulunu kurtaralım', diye niyaz ediyorlardı.
Mevla Teâlâ:
"Eğer bir haceti varsa ve sizden yardım isterse yardım edebilirsiniz", demişti: Melek İbrahim Aleyhisselamın yanına varıp yardım teklif ettiğinde:
"Sizden bir isteğim yoktur". İkinci bir melek gelerek. Rüzgarın kendi emrinde olduğunu ve ateşi bir anda söndürebileceğini söyleyince; İbrahim Aleyhisselam onun yardımım da geri çevirdi. Derken Nemrut'un beklenen emri geldi:
"Mancınığı harekete geçirin."
Az sonra mancınık gerilmiş ve İbrahim aleyhisselam ateşe doğru havalanmak üzereydi ki. Cibril-i Emin geldi:
"Ey İbrahim bir ihtiyacin var mı?", dedi. İbrahim Aleyhisselam:
"Sana bir ihtiyacım yok, Rabbim benim ihtiyacımı benden iyi biliyor. O bana kâfidir, ne güzel vekildir", dedi. İbrahim Aleyhisselam insanlık tarihinin en büyük imtihanlarından birini başarı ile vermişti. Allah Celle Celaluhudan başkasından yardım istememiş, ne kadar zor durumda olursa olsun Allah Celle Celaluhuya tevekkül etmişti. Bu büyük teslimiyet karşısında ve musibetin zirveye vardığı bir sırada elbette beklenen yardım gelecekti. Tam bu sırada mancınığın yayı bırakıldı. İbrahim Aleyhisselam top gibi havaya fırladı ve hızla ateşe doğru gidiyordu ki, Kadir-Mutlak 'ın yardımı geldi: "Ateşe ferman ettik biz: Dokunma İbrahim'e! Serin ve selamet ol ona.", Ateş hemen gül ve gülistan bir bahçe oldu. Bir anda türlü çiçekler, yemişler meydana geldi, bülbüller, kuşlar örmeğe başladı. Bela ve musibetlere sabredildiğinde ve yardım yalnız Allah Celle Celaluhudan istendiğinde kesin olarak geleceğinden kimsenin şüphesi olmamalıdır. Mümin'ın bela ve musibetlere karşı sabretmesi ve musibetin tam zirveye vardığı zaman İbrahim Aleyhisselamda olduğu gibi yardım gelmesi kesindir. Yeterki o ihlâs ve sabrı bulabilelim.
Ashab-ı Uhdud da, kral inananları ateşe atmaya karar verdiğinde:
"Dinden dönmeyen kimseleri zorla ateşe atın, yahut onları ateşe girmeye zorlayın", demişti. Nihayet elinde bir çocukla bir kadın geldi. Ateşi görünce biraz duraksadı (tereddüt etti), kucağın da ki çocuk annesine: "Anneciğim! Dişini sık, sabret; zira sen hak üzerindesin" dedi. Sabır ve İhlasla Allah'a tevekkül edildiğinde en acımasız ortamlar en ağır bela ve musibet olarak görülen yerler, bir anda Rahman-ı Rahimin iç yardımıyla gül ve rahmet bahçelerine dönüyor. Kadın tereddüt ettiğinde, Rahmet bahçesini göremiyor. Oysa o atıldığı yer maddi alemde her ne kadar ateş ise de gerçekte Cennet bahçelerinden bir bahçe idi. Kadının tereddüt etmesi gerçeği görmesini engelledi. Fakat kucağındaki masum ve günahsız bebe hakikati bütün açıklığıyla gördü;
- Anneciğim, o gördüğün ateş değildir, orda Cennet bahçelerinden bir bahçe var." İşte gerçek, Allah Celle Celaluhudan gelen bela ve musibetler neticesinde sabrederek Hakk"a yürüyenlerin son nefeslerinde sıkıntı yoktur. O sıkıntı ve ızdırap olarak görünen yangın, deprem, sel, herhangi bir kaza gibi vakalar Allah Celle Celaluhu tarafından birer Rahmet bahçelerine çevirilirler.
Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Bedir harbinde müşriklerin çokluğu ve savaşın en kızıştığı anda darlanır.
"Allahım! Bana va'dettiğin yardımı lutfet". Bu münacaat esnasında bir ara öylesine kendinden geçti ki, ridası mübarek omuzlarından kayıp düştüğü halde farkına varmadı. Yanından ayrılmayan Ebu Bekir Radıyallahu Anh, ridasını yerden alıp mübarek omuzlarına koydu ve "Ya Rasulallah! Rabbine ettiğin niyaz yetişir. Şüphesiz O, Sana olan va'dini yerine getirecektir" dedi. Az bir zaman sonra Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz:
"Müjde Ey Ebu Bekir! Allah'ın yardımı geldi. İşte şu Cebrail'dir. Kum tepeleri üzerinde atının dizginini tutmuş, silahlanmış, emir bekliyor". Kur'an-ı Kerimde şöyle anlatılmaktadır.
"Gerçekten, sizler birkaç biçare iken, Bedir'de Allah sizi nusretine mazhar eylemişti. O halde Allah'a karşı gelmekten sakının ki şükretmiş olasınız. O vakit sen mü'minlere: "Rabbiniz, indirdiği üç bin melek ile size imdat göndermesi yetmez mi?" İslam'ın ilk düzenli ordusu ve ilk savaşı, düşman sayıca ve teçhizat olarak mü'minlerden çok üstün, moral olarak da üstün. Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem darlanmış "Ya Rabbi bu ordu Senin ordun, sana ibadet eden, sana inanan bu topluluktan başkası yok. Bu topluluk kaybederse yeryüzünde Sana kulluk edecek başka topluluk kalmayacak. Bizlere zafer nasip et". Ve yardım geliyor, zaferde beraberinde. İhlâsla, samimiyetle istendi Allah Celle Cellaluhudan da, yardım geldi. Kureyş müşrikleri de hakkettikleri bela ve cezaları gördüler. Sabır ve ihlâsla yardım isteyenlere rahmet, zulüm ve sapıklığa sapanlara bela ve azap geldi. Herkes hak ettiği yeri buldu, Ebu Bekirler a'layı illiyyine, Ebu Cehiller esfel-i safiline gittiler.
İstanbul'un kuşatması gün geçtikçe uzamaktadır. Nerde ise bir ay olmak üzeredir. Bu durum ordu içinde huzursuzluğa ve ümitsizliğe sebebiyet verebileceğinden Fatih Sultan Mehmet Han endişelenmektedir. Akşemseddin Hazretleri çadırında; Allah'a dua ve niyazla meşgul olmaktadır. Fatih, kısa aralıklarla hocasını ziyaret etmekte, fetih için bir işaretin olup olmadığını sormaktadır. Her ziyaretinde hocasını secdede bulur.
Silsile-i Nakşibendiye'nin 14. halkası, büyük veli Ubeydullah Ahrar Hazretlerinin torunu Hace Muhammed Kasım anlatıyor:
"Ubeydullah Ahhar Hazretleri bir gün, öğleden sonra, aniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca binip Semerkand'dan sür'atle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tabi olup takip ettiler. Biraz yol aldıktan sonra, Semerkand'ın dışında bir yerde talebelerine:
"Siz burada durunuz" dedi ve gözden kayboldu. Daha sonra Ubeydullah Ahhar Hazretleri evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sordular. "Türk Sultanı Muhammed Han kafirlerle harb ediyordu, benden yardım istedi. Ona yardıma gittim. Allahu Teâlâ'nın izniyle galip geldi. Zafer kazanıldı" buyurdu. Bu olayı Sultan Bayezid Han; Hace Muhammed Kasım'ın babası Hace Abdulhadi'ye söyle anlatır:
"Babam Fatih Sultan Muhammed Han bana şöyle anlattı: "İstanbul'u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir anında, Şeyh Ubeydullah-ı Senıerkandî Hazretlerinin imdadıma yetişmesini istedim. Şeklini ve şemalini tarif ederek şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir atın üstünde bir zat hemen yanıma geldi ve bana;
"Korkma" buyurdu. Ben de "nasıl korkmayayım bir türlü kale düşmüyor" dedim. Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm. "İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık. üç defa kös vurdur ve orduna hücum emri ver" buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücuma geçti. Böylece düşman hezimete uğradı ve İstanbul'un fethi müyesser oldu.
İslam tarihinde, İslam ordularının zaman zaman çok az kuvvetle, karşılarındaki muazzam orduları yendikleri ve bunda herkesin anlayamayacağı, ancak ehlince malum olan melaikelerin de yardımda bulunduğuna dair hakikatler mevcuttur. Osmanlı ordusu Kırım muharebesinde Ruslar'a karşı savaştığı sırada böyle harikulade hadiler meydana geldi.
"Serdar-ı ekrem Ömer Paşa, her taraftan hücuma geçen Ruslar'ı tutmaya çalışıyordu. Fakat cephenin en zayıf noktası Oltaniçe idi. Orada üç bine yakın zayıf bir Türk birliği bulunmaktaydı. Onlar da iki veya üçü geçmeyen bir bataryaya sahipti. Düşman askerleri ilk defa bu zayıf noktayı ezmek, boğmak istemişti. Buraya on misli bir kuvvetle hücuma geçmişti.
Türk askerinin arkasında Tuna akıyordu. Geriye dönmek ihtimali yoktu. Önünde cehennemi bir ateş püsküren toplar vardı. Bu toplar bir başladımı, asla susmuyor, gülleler yağdırıyordu. Durum çok vahimdi. Yakın tepelerin üstüne çıkan yerli ahali göz yaşları ile Türk askerinin imhasını seyretmeye hazırlanıyordu. Bu vahim durumda kimse şehitlik mertebesini terkedip, düşmana teslim olmayı düşünmüyordu. Kolağasının izni ile, ikişer rekat namaz kılan askerler birbiriyle helalleşip, kucaklaştılar.
Türk askerinin mühimmatı tükenmiş, sıra göğüs göğüse süngü ile mücadeleye gelmişti. Halk bu müthiş boğuşmayı, ölüm-kalım mücadelesini seyrediyordu. O anda fevkalade bir hadise oldu ve Kolağası, şehadet parmağını gökyüzüne kaldırarak:
"Haydin gazilerim, imanlı evlatlarım. Allah Cellecelaluhu bize imdat ediyor" diyerek herkesi heyecanla savaş meydanına sürüyordu.
Bir anda semaya bakanlar, gördüler ki. bölük bölük mücahidler ordusu geliyor. Türk askeri bu manzara karşısında, "Allah! Allah!" nidalarıyla ileri atıldı ve yerleri sarsarak yürümeye başladı. Rus askerleri de bu hadiseyi seyrediyor, dehşet içinde sağa sola kaçışıyordu. Ortalık sükunete kavuştuktan sonra, bu fevkalade hali seyretmiş olan halk, Türk askerlerine:
"Yanınızda dövüşen yeşil elbiseli, nur yüzlü babayiğit askerler kimlerdi, şimdi onları göremiyoruz" demekten kendilerini alamıyorlardı. Nihayet Ruslar, büyük bir hezimete uğrayarak kaçmışlardı.
Bu tarihi hadiseler bize haber veriyorki "kul darlanmayınca hızır yetişmez, kul sıkıntıya düştüğünde veya bir bela, bir musibete duçar olduğunda Allah'a tevekkül ederek sabrederse; bilsin ki Hakk'ın yardımı yakındır, geliyor. Bu bela ve musibetler mü'minler için rahmet ve bereket; kafir müşrik, münafık ve zalimler için gerçek manada birer azap ve cezadır.
Allah'a kullukla ömrünü geçiren bir insan ile, Allah'tan uzaklaşmış, kutsi vazifesini unutmuş insan arasında dünya huzuru bakımından büyük fark vardır. Allah'ı bilen, ne kadar sıkıntı içinde olursa olsun dünyası hoşnut ve huzurlu geçer. Çünkü kulluğun sabırla itaat olduğunu bilir. Dünya gaileleri, zahmetler kulluğa türlü engeller çıkarır, fakat hayatın tadı o zorlukları aşma derecesi kadardır. Nebiler, veliler bu türlü müşkülâtları Allah için sabrederek geçtiklerinden, iki cihan saadetine ulaştıkları gibi, dünyadan dahi çok büyük nuranî, lâtif lezzet almak suretiyle hayatlarını cennete çevirmişlerdir. Türlü tehlikeler, düşmanlıklar, nefsanî ve şeytanî haller, kulun başından geçen bütün serencamlar, bu dünyanın bir cilve-i rabbaniyesidir. Hiçbir kul yoktur ki bu musibetlere girmeden ahirete intikal etsin. Peygamberler Allah'ın en sevgili kulları oldukları halde en çok bela ve musibetlere giriftar olanlar da onlardır. Bütün bu zahmetlerin elbette bir hikmeti vardır. Zira güçlükler bütün insanlık içinde sevgili ve seçilmiş olmayı, cennete girişi, zahmet çektirdiğinden dolayı da Allah'ın azametini hakkıyla idrak etmeyi sağlar. Allah için olmayan bir dünya hayatı musibettir. Kulu Allah'a götürmeyen bir dünya nimet değil, külfettir. İnsanoğlu hayatı boyunca türlü meşakkatlere katlanır. Afetler, haksızlık ve hakaretler, yakınlarının ölümü, işlerinin bozulması ve daha nice musibetler üzücü olmakla beraber, kul için Allah yolunda perde değil, kulluğu için rabbanî imtihandır. Bütün bunların üstesinden ancak sabırla gelinir. Rabbimiz, sabredenleri birçok sıfatlarla vasıflandırmış, derece ve hayırların en çoğunu sabra izafe etmiş ve onları sabrın meyvesi olarak göstermiştir. Sabır, dinin makamlarından bir makam ve saliklerin menzillerinden bir konaktır. İştiyak duyulan şeylerin terk edilmesi bir ameldir ve bu ameli meydana getiren bir kuvvet de sabırdır. Dünyanın geçici heves ve arzularının ahiret saadetine zıt olduğunun bilinmesi sabrı doğurur. Sabrın kemali, şehvet ve gazabın isteklerine sabretmekle hasıl olur. Sabır da hüküm itibariyle farz, nafile, mekruh ve haram kısımlara ayrılır. Buna göre, dinen mahzurlu işleri yapmamak hususunda sabretmek farzdır. Nefsin hoşuna gitmeyen nesneler üzerinde sabretmek sünnettir. Dinde mekruh veya haram bir cihetten kendisine dokunan bir eziyete karşı sabır göstermek de mekruh veya haramdır. Sabrın mihenk taşının dinî hükümler olduğu unutulmamalıdır. "Sabır imanın yarısıdır" hadis-i şerifi yanlış anlaşılmamalıdır. Esas olan, dinin emrettiği doğrultudaki sabırdır. Dünya hayatında başa gelen her şey şu iki durumdan biridir: Birincisi, kulun arzu ve isteklerine uygun olanıdır. Bunlar, sıhhat-selamet içinde olmak, mal-mülk, mertebe sahibi olmak gibi dünyaya ait lezzetlerdir. Bunlar karşısında kulun sabra çok ihtiyacı vardır. Zira kul kendini bunlara dalmaktan kurtaramazsa gaflete düşer, kötü akıbete uğrayabilir. Bundan dolayı büyükler derler ki: "Afiyet üzerinde sabır, bela üzerindeki sabırdan daha ağırdır." İkincisi ise, nefsin arzularına ve tabiata uymayandır. Bu da, ya ibadet etmek ve haramlardan kaçınmak gibi kulun iradesine bağlı ya da bela ve musibetler gibi insan iradesinin dışında olan şeylerdir. İnsanoğlu her halükârda bu iki durumdan birinden uzak olmayacağına göre, hiçbir zaman sabırdan da uzak değildir. Bütün kemalât sabır sayesinde elde edilir. Rabbimiz, "sabredenleri müjdele" buyurmuştur. Sabır üç yerde aranır: İsyana sabır: Nefs insanı daima kötülüğe iter. Buna sabredip yalnızca Allah korkusundan kötülükten çekinen, Allah katında büyük derece alır. İbadetin ağırlığına sabır: İbadetler daima nefse ağır gelir. Ağırlığına katlanarak bunları başarmak elbette Allah katında büyük mükâfatlara vesiledir. Yangın, sel, deprem gibi felaketlere dayanmak, acılara tahammül etmek ve düşman karşısında sabır ve metanet göstermek, işte bu da Rabbimiz'in katında çok büyük mükâfatlara vesile olan bir sabırdır. Bir insana musibet geldiği zaman "biz Allah için varız ve O'na döneceğiz" der ve sabretmesini bilirse, Allah katında alacağı mükâfat o kadar büyüktür ki, kıyamet günü onların mükâfatlarını görenler, "keşke dünyada bizim vücudumuz ateşten makaslarla kesilseydi de biz de bu mükâfatlara erişseydik" derler.
Peygamberimizin (a.s.m.) duaları vardır. Bu dualar, bizlere de örnek dualardır. Peygamberimiz (a.s.m.) yaptığı duayla bizlere de diyor ki, siz de böyle dua edin ve Rabbinizden böyle dilekte bulunun.
Efendimizin (a.s.m.) bir duası şöyle: "Ey Allah'ım, senden dünyada ve âhirette af ve afiyet diliyorum."
Bu af ve afiyet dünyada olup da, âhirette olmazsa veya âhirette olup da dünyada olmazsa eksik olur. Yalnız şu var ki, Cenab-ı Hak dünyada kullarının afiyetini zaman zaman alır. O afiyetten, o sıhhatten, o huzurdan zaman zaman mahrum bıraktığı olur. İşte o mahrum bırakma günlerini, biz imanlı bir gözlükle inceler, inançlı bir şuurla tahlil ederiz ve öyle karşılarız. Biz o günleri imtihan günleri olarak kabul ederiz. Bir belaya, tabii afetlere maruz kaldığımız günleri, hastalığımızı bir imtihan olarak kabul ederiz.
Şayet bir yerde deprem olmuşsa, bir yerde sel felaketi olmuşsa, bir yerde salgın hastalık olmuşsa, Rabbimizden niyazımız, duamız, bu depremden korumasıdır, bu sel afetinden muhafaza etmesidir, bu salgın hastalığı üzerimizden kaldırmasıdır. Bunun için tedbir almak, dikkatli olmak lazım, yapılması lazım gelen şey neyse onları yapmak lazım, fakat bütün bunlara rağmen o musibete imanlı bir gözlükle inanmış insan gözüyle bakarız. Orada bir hikmet, bir rahmet, bir İlahi maslahat ararız. Çünkü Rabbimiz kullarına kesinlikle zulüm etmez.
Rabbimiz zulüm etmekten münezzeh ve müberradır. Şayet bir yere veya şahsa bir musibet gelmişse, Cenab-ı Haktan kurtarmasını, korumasını isteriz, fakat bu niyazımızın içinde yine de bir hikmet, bir rahmet, bir maslahat olduğunu düşünürüz. Böyle inandığımız için o musibete, o felakete, o belaya karşı dayanıklılığımız kuvvetlenir, onun bizim üzerimizde bıraktığı ezici ve üzücü tesir azalır. Onun için Efendimiz buyuruyor ki, "Sabır, mü'minin ilk vasfıdır, fakat o sabır da o belaya maruz kalındığı ilk andadır." Sonra sonra hikmeti anlaşılır, o tesir azalır, asıl önemlisi, musibete ilk maruz kalındığında sabırlı olmaktır.
Efendimiz (a.s.m.), "Deveni bağla, sonra tevekkül et" demiştir. Olmaması için, kul planında alınması gereken tedbiri alırız da almaya gayret ederiz de, o tedbiri almayı dinimizin bir gereği biliriz de, fakat buna rağmen o musibete maruz kalırsak, canımız ve malımız kaybolursa, işte o zaman imanımız yetişir imdadımıza. Asıl dikkate vermek istediğimiz husus budur. İman insana işte asıl o anlarda lazım olur. İmanın etkisini ve kurtarıcılığını o zamanda görürsünüz.
Bir depremde mü'minlerin malları mülkleri mahvolsa, sonra sadece mal mülk mahvolmayıp, canları da gitse, bunun karşısında üzülmemek, müteessir olmamak mümkün değil. Müteessir olmak da iman eksikliğinden meydana geliyor değildir. Çünkü Efendimizin ( a.s.m.) oğlu İbrahim vefat ettiğinde kendisi üzülmüş, sessiz gözyaşı dökmüş ve kendisinin o halini görenler de biraz garipseyerek, "Sen de mi ya Resulallah? Sen de mi gözyaşı döküp ağlıyorsun?" demişler. Ve o da buyuruyor ki, "Ey İbrahim, senin ayrılığından biz mahzunuz ve benim onun arkasından gözyaşı dökmem, Allah'ın gönlüme koyduğu merhametin, şefkatin bir gereğidir."
Peygamberimizin (a.s.m.) merhameti, şefkati, bir yakınının vefatı arkasından gözyaşı döktürüyorsa, bizim de yakınlarımızın vefatı, ölümü bize gözyaşı döktürür, ağlarız, bu bizim imanımızın eksikliğinden değildir, aksine merhametimizin, şefkatimizin, daha doğrusu insan oluşumuzun icabıdır. Burada yasaklanmış olan ifade, sesli olarak bağıra çağıra ağlamaktır. Yoksa gözyaşı dökmek Peygamberimizden ( a.s.m.) kalan bir sünnettir ve insanlığın icabıdır. İşte bu gözyaşını dökerken, bir de imanlı gözlükle durumu tahlil ederiz. Tabii afetlerde mü'minin kaybettiği malı-mülkü yok olmuyor, boşa gitmiyor. Ya ne oluyor? İşte onu mü'min âhirette görecek. Bakacak ki, amel defterinde koskoca bir sadaka vermiş, bir evi birilerine hibe etmiş sevabı var, bir sürü koyunu, keçisi hibe etmiş sevabı var. Diyecek ki, "Ya Rabbi, ben hayatımda kimseye bir ev sadaka olarak vermedim. Koyunlarımı ve keçilerimi de sadaka olarak vermedim. Dükkânımı eşyasıyla birlikte kimseye sadaka olarak vermedim."
O zaman Rabbimiz o kula şöyle diyecek: "Doğrudur, sen kimseye evini, dükkanını, koyunlarını, keçilerini sadaka olarak vermedin. Ancak şu var ki, Ben oraya bir deprem verdim, bir zelzele verdim, bu depremde senin evin giti, senin dükkânın gitti, içindeki malzemesiyle beraber, ahırdaki öküzün, mandan gitti. Bunu ben takdir ettim, Ben verdiğim zelzeleyle senin elinden aldım. Ben ise kuluma hiç zulüm etmem. Senin o kaybettiklerinin tümü senin amel defterine sadaka olarak geçti. Benim adetimdir, verdiğim bela, musibet ve kazalarda kulumun kaybetiği malı mülkü sadaka hesabına geçer. İşte bu sadaka sevabı o depremde, o kazada, o sel felaketinde kaybettiğin malının mülkünün senin karşına sadaka olarak çıkmasıdır."
Kul, o zaman şöyle bir düşünür, bakar ki, tam ihtiyacı olduğu zamanda eline geçen sevaplardır. Düşünür, düşünür ve der ki: "Ya Rabbi, keşke başka evlerim de olsaydı, onlar da yıkılsaydı, başka dükkanlarım da olsaydı, onlar da yıkılsaydı, daha fazla malım-mülküm olsaydı onlar da kaybolsaydı da, tam ihtiyacım olan bugünde daha çok sevaba ulaşsaydım, daha zengin hale gelseydim" diye, dünyada kaybettiklerinin arkasından sevinç çığlıkları atar, keşke daha çok kaybetseydim diye temenni de bulunur.
Rabbimiz asla zulmetmez, asla kulunun mağdur olmasını istemez, yeter ki, kul, maruz kaldığı musibetlerin arkasındaki hikmeti görsün, imanlı bir gözlükle baksın. Peki malı mülkü böyle olur, o sadaka sevabı olarak kendisine âhirette geri döner, ya canı? Ölenleri ne olacak, oğlu, hanımı, annesi, babası göçük altında kalmış, onların durumu ne olacak? İşte Rabbimiz o tabii afetlerde vefat eden cana da şehit makamı veriyor. Depremde göçük altında kalan şehittir, selde, denizde boğulan şehittir, yangında dumanda boğulan, ateşte yanan şehittir, trafik kazasında ölen imanlı insan şehittir, hatta doğum sırasında ölen hanım da şehittir.
Şehitlik makamı öyle sıradan bir makam değildir. Hiç tahsili olmayan, hiç rütbesi olmayan bir insanın birden bire mareşal veya başbakan olması gibidir. Sıradan bir insanın başbakan olması, general olması en üst makama çıkması neyse, bir trafik kazasında, bir depremde, bir yangında, bir selde vefat eden insan, Rabbimizin huzurunda manen şehit makamına yükseliyor. Kul hakkının dışında bütün haklardan kurtuluyor. Ahirette peygamberlere, sıddıklara, velilere komşu oluyor.
Bizi bu konuda düşündüren Asr-ı Saadette bir olay var. Bir kız vefat eder, annesi de feryadı basar, keşke kızım dirilse gelse diye aşırı bir arzu izhar eder. Efendimiz ( a.s.m.) şöyle bir nazar edince, kızının berzah alemindeki haline muttali olur ki, Cennet köşklerinden birinde duruyor. Der ki anneye: "Gel seninle mezarın başına gidelim."
Efendimiz (a.s.m.) mezarın başında hitap eder:
"Annen senin dirilip tekrar bu dünyaya dönmeni istiyor. Tekrar dünyaya gelmek ister misin?" Mezardan bir ses gelir:
"Ya Resulallah, anneme söyle, benim buradaki rahatımı bozmasın, burası bam başka bir âlem. Burası öyle bir yer ki, ben rüyalarımda dahi böyle güzel yer görmedim. Müsaade etsinler de, ben bu bam başka âlemdeki huzurlu, zevkli, neşeli hayatımı yaşayayım. Beni o sıkıntılı, münakaşalı, yokluklu dünyaya döndürmesinler."
Anne bu sesi duyduktan sonra, sakinleşir, huzur bulur, keşke kızım dirilse de bu dünyaya dönse temennilerinden vazgeçer.
Habib Neccar'ın vefatından sonra arkasından ağlayanlar olur. O da âhiretten arkasından ağlayanlara bakar ve der ki, "Cenab-ı Hak bana bu berzah âleminde ne mükâfatlar verdiğini bilseydiniz, böyle ağlamazdınız, fakat bilmediğimiz için ağlıyorsunuz."
Çünkü öyle bir yere gitmiş ki, vardığı yer, gittiği yerden çok daha üstün ve güzeldir. İşte Rabbimiz kullarına verdiği bela, musibet, tabii afetler sonucunda aldığı malına sadaka sevabı veriyor, aldığı canını da şehitlikle taltif ediyor, şehit makamına çıkarıyor.
Şurada bir soru akla gelebilir. Neden Rabbimiz aldığı mala sadaka, cana da şehitlik makamı veriyor?
Rabbimiz kulunu Cennetine koymayı istiyor, kulunun Cennette olmasını istiyor, kulunun Cennetlik amel işlemesini istiyor, Cehenneme gitmesinden kul nasıl üzgün ise, Rabbimiz de öyle üzgün ve kulunun Cehenneme gitmesini istemiyor, sevmiyor.
Bu nereden belli? Kul bir hata işlerse, ona bir günah yazıyor. Ama bir iyilik yaparsa ona on sevap veriyor. Neden böyle? Halbuki nasıl bir kötülük yapınca bir günah yazılıyorsa, bir iyilik işleyince onun da bir sevap olarak yazılması gerekiyor. Adalet onu gerektiriyor, ama Rabbimiz kulunun Cennete gitmesini istediğinden kanunu böyle koymuş. Mesela bir kötülük yapmaya niyet etse, fakat o kötülüğü yapmadıkça ona günah yazmıyor. Ama bir iyilik yapmaya niyet etse, fakat onu yapmaya muvaffak olamazsa, o niyetinin sevabını veriyor Rabbimiz.
Şimdi bizler bu bela ve musibetlere maruz kalmamışsak da, biz Müslüman olduğumuz için fikren onları düşünür, onların elemine, üzüntüsüne ortak oluruz. Bu meseleleri kendi meselemiz gibi düşünürüz. Biz Müslümanlar, imanı olmayan insanlar gibi egoist insanlar değiliz, sadece kendi menfaatini düşünen bencil insanlar değiliz. İmanlı insan odur ki, kardeşlerinin başına gelen musibeti, kendi nefsindeymiş gibi hisseder. Kendi duygularında o üzüntüye, eleme iştirak eder, hissedar olur. Onu kendi aleminde düşünür, imanlı gözlükle bakar olaya.
Efendimiz (a.s.m.) Hazretleri mü'mini tarif ederken buyuruyor ki, "Müslümanların derdiyle dertlenmeyen bizden değildir." Nasıl ki, vücudunun bir yerinde bir arıza çıktığı zaman, bütün vücut o arızanın üzüntüsüne iştirak ederse, ülkedeki Müslümanların tümü de bir vücut gibidir, neresinde bir arıza olursa diğer Müslümanların tümü de aynen o arızayı iman kuvveti nispetinde hisseder.
Bu yalnız sıradan vatandaşların meselesi değildir. Yönetici ve idarecileriyle birlikte bütün Müslümanlar böyledir. Geçmişteki idarecilere baktığımız zaman, ülkede vaki olan sıkıntı, üzüntü ayniyle yöneticinin kendi hanesinde duyulmuştur, yaşanmıştır. Zaten İslam'ın idare anlayışı, halkın hayatını yaşama mecburiyetiyle ilgilidir.
Ülkeyi iki sınıf insan yönetir. Bir politikacılar, bir de o politikacılara yön veren, fikir veren aydınlar, alimlerdir. Bugün de öyledir. Politikacılar ülkeyi yönetiyor, ama o politikacıları yönlendiren aydınlardır. Efendimiz buna "el-umera ve'l-ulema" diyor. Bir ülkenin kurtuluşu umera ile ulemanın kurtuluşuna bağlıdır. Eğer onlar salih insanlarsa insanlar da selahate erişirler. Eğer onlar fesada gitmişlerse, ülkeyi de fesada götürürler.
Ömer bin Abdülaziz bir yöneticidir. Kendi zamanının aydınlarından biri de, Fudeyl bin İyaz'dır. Ömer bin Abdülaziz halife seçildikten sonra zamanının aydınına müracaat ediyor. Diyor ki: "İstemediğim halde, bu hilafet müessesesinin mesuliyetini bana yüklediler. Ben halife oldum. Nasıl bir yönetim anlayışı içerisinde olayım ki, burada halifeyken ahirette kapıcı dahi olamaz hale düşmeyeyim?"
Fudeyl bin İyaz halife Ömer bir Abdülaziz'e diyor ki: "Ey mü'minlerin emiri! Eğer bulunduğun makamın hakkını tam yerine getirmek istiyorsan, şöyle düşün. Bu ülke senin hanen, bu ülkenin halkı hanenin halkı, bu ülkenin yaşlısı senin annen ve baban, gençleri de oğlun ve kızındır. Böyle bileceksin. Yönetimde böyle düşüneceksin. Böyle düşünürsen sen annene-babana neyi layık görürsen, ülkenin yaşlılarına da onu layık görürsün. Oğluna kızına neyi münasip görürsen ülkenin gençlerine de onu münasip görürsün. Bir hane halkı içerisinde hane reisi hane halkından ayrı yaşayamaz. Madem ki sen ülkeyi hanen kabul edip, ülke halkını da hanenin fertleri kabul ediyorsun, o halde hane reisi hane halkından ayrı yaşayamadığı gibi sen de halkından ayrı yaşayamazsın. Halkının yaşadığı hayatı yaşayacaksın."
Ömer bin Abdülaziz, bunu dinledikten sonra ülke halkından aynı yaşamamaya gayret eder. Bu anlayış içerisinde iken bir gün Iraklı bir kadın halifenin hanesine gelir. Maksadı da halifeden yardım talep etmektir. Fakat bakar ki, halifenin evi çevredeki halkın evi gibi kerpiç bir ev, evdeki döşemeler de halkın evi gibi, mütevazi bir halk evi. Bunu biraz garipser ve halifenin hanımı Fatıma'ya der ki:
"Sen sultan hanımı değil misin, nedir bu evindeki vaziyet? Senin evin ile çevredeki evler arasında hiçbir fark yok. Halbuki senin evin bir saray olmalı." Sultan Fatıma'nın cevabı şu olur: "Evet dediğin doğru ama, o bizim gibi düşünmeyenler içindir. Ülkesini hanesi, ülke halkını da hane halkı kabul etmeyenler içindir. Biz bu işe başlarken İslâm alimi Fudeyl bin İyaz'dan İslâmi anlayışı telkin aldık, biz bu ülkeyi hanemiz, halkı da hane halkımız biliyoruz. Hanemizin halkı kuru ekmek yerse, biz de onu yiyeceğiz, hanemizin halkı yamalı elbise giyerse biz de onu giyeceğiz, hanemiz halkı kerpiç evde oturursa biz de kerpiç evde yaşayacağız. Biz halkımızdan ayrı yaşayamayız" der.
Evet, Anayasaya "Kederde, tasada, kıvançta biriz" diye yazmışız. Yazmışız da, acaba yöneticilerimiz, bürokratlarımız, halkın hayatım yaşıyorlar, halkın kederiyle, tasasıyla bir oluyorlar mı? Ülkeyi kendi haneleri, ülke halkını da hane halkı olarak görüyorlar mı? Yoksa bu anlayış yalnız İslâm düşüncesinde mi örneğini bulmakta? Bu hakikaten tartışılır.
Pekçok hâdise insanın arzu ve isteği dışında gelişir. İnsan sıkıntıya düşer, üzülür, zulme uğrar, başına musibet ve felaketler gelebilir. Ancak başa gelen her şey Allah'tan olduğuna göre, ilk anda görülmese de, neticesi itibariyle o musibette insan için bir fayda gözetilmiştir.
İşte, insan karşılaştığı bir hâdisede onun içindeki hayırlı neticeyi düşünüp içine sindirmelidir ki, tedirgin olmasın. Bunu anlayınca tahammül edip bekler; Allah'a tevekkül eder, kendisini olayların akışına kaptırmaz. İşte bu davranışın adı sabırdır.
Diğer taraftan, bazen olur, pekçok nimetten istifade eder. Olaylar arzu ettiği şekilde gelişir. Birçok nimete sahip olur, yahut kendisinde bulunup da başkasında olmayan bazı nimetleri hatırlar, bir lütuf olarak kendisine verildiğini idrak eder. Böylece, verilen nimetleri, verenin emri yolunda kullanacağını anlar, şükreder.
İşte olgun insan, üzücü olaylar karşısında anında sabır silâhını kullanır. Başına daha büyük bir musibet gelmediği için Rabbine şükreder.
Peygamberimiz sabır kahramanı olduğu gibi, şükür deryasıdır da. Çünkü en büyük bela ve musibetler onun başına gelmiş; bununla birlikte en büyük nimet ve imkânlar da kendisine verilmiştir.
Bir hadiste ifade buyurduğu gibi, "En çok musibet ve meşakkate uğrayanlar, insanların en hayırlıları ve olgunlarıdır."
Peygamberimiz de insanların en olgunu ve en hayırlısı olduğundan, imtihan için, Cenab-ı Hak en çetin musibetleri ona vermiştir.
Efendimizin hayâtını gözden geçirdiğimizde, en çok onun bela ve musibetlere uğradığını görürüz. Daha dünyaya gelmeden babasını kaybetmiş; altı yaşında annesinin, iki sene sonra dedesinin vefatını görmüştü. Peygamberliğini müteakip düşmanlarına karşı kendisini koruyan amcası Ebû Talib'in ve en çok desteğini gören hanımı Hz. Hatice'nin vefatına şahit olmuştu. Hz. Fatıma'dan başka bütün çocukları, ya küçük yaşta veya genç yaşta vefat etmişlerdir.
Bütün bu musibetler Peygamberimizin gözlerini yaşartmış, fakat onun ağzından kaderi suçlayıcı biçimde tek bir söz duyulmamış, bir feryat işitilmemiştir. Bu felâketler karşısında asla sarsılmamış, yılgınlık duymamış, sadece sabretmiştir.
Peygamberliğinden sonra ise, insanları kurtuluşa çağırdığı için kendi kavmi, kabilesi ve yakın akrabaları tarafından ölümle tehdit edilmiş, işkence yapılmış, hakarete maruz kalmış, alaya alınmıştır. Bununla kalınmamış, varlığına tahammül edemeyenler, onu öldürmek için plân kurmuşlardır.
Bu kadar eziyetlere sabreden Peygamberimiz, sonunda doğup büyüdüğü, elli yıl hayâtını geçirdiği vatanını terk etme mecburiyetinde kalmıştır. Müşrikler, hicretine de engel olmak için her türlü yola başvurmuşlar; fakat kurdukları bütün tuzaklar sonuçsuz kalmıştır. Aradan fazla bir zaman geçmeden de ordular düzenleyerek üzerine yürümüşlerdir.
Peygamberimiz müşriklerle yaptığı bu savaşlarda bir hayli zor anlar yaşadı, hayatî tehlikeler atlattı. Medine'yi savunmak için hendek kazdı, günlerce aç kaldı. O halde dahi en küçük bir bıkkınlık göstermeden sabır ve metanet gösterdi. Çünkü o biliyordu ki, sabreden, zafere erecektir.
İnsan geçici olan musibetlere dayanabilir, fakat peş peşe, arka arkaya gelen zincirleme felâketlere sabretmesi oldukça güçtür. İşte Peygamberimiz, hayâtı boyunca her çeşit musibete uğradığı halde, sabır ve azminden, tevekkül ve itimadından hiçbir şey kaybetmemiştir. Felâketler arttıkça onun da dayanma gücü artmıştır.
Bu sabrı sonunda düşmanlar dize gelmiş, yılmışlar, bazıları da düşman oldukları İslâmı kabul ederek, sonunda Peygamber safında yer almışlardır.
Cenabı Hak, sizlere, bizlere, ehillerimize, dostlarımzıa, ümmeti muhammede, her türlü bela ve musibetlerden sakındırdırsın. İlahi hükmünde kesin olanlara ise, sabr-ı cemil ihsan eylesin. Tevekkül edenlerden eylesin. Her hal-ü kârda O'na yönelenlerden eylesin inşallah.
--
With all my love,
0 Comments:
Yorum Gönder
<< Home